Marxçı İktisat Üzerine Bir Deneme: Beşinci Bölüm
Joan Robinson'ın An Essay on Marxian Economics adlı kitabının çevirisinde beşinci bölüm, 'Azalan Kâr Oranı'. Tüm kitap tefrika halinde e-postanızda.
Beşinci Bölüm
AZALAN KÂR ORANI
Marx'ın zamanının ortodoks iktisadında, kâr oranının uzun vadede düşme eğiliminde olduğu genel olarak kabul gören bir ilkeydi. Marx bu görüşü kabul etti ve düşen kâr olgusunu açıklamaya koyuldu. Açıklaması -artık etkin talep eksikliği olarak adlandırdığımız- artı değerin paraya çevrilmesi zorluğuna dayanmıyor, bu sorun ortaya çıkmadığında bile geçerli olmayı amaçlamakta.
Açıklamasını, artan sermaye organik bileşimi üzerine kurdu1. Sermaye birikimi ve teknik ilerleme, istihdam edilen kişi başına sermayede bir artışı gerektirmez. İcatlar, sonuç olarak, birim çıktı başına sermaye maliyetini, emek maliyeti kadar düşürebilir, çünkü makinelerin çalıştırılmasında olduğu kadar, makine yapımında da emeğin verimliliğini artırabilirler. Marx bu olasılığı kabul eder. "Sabit sermayenin unsurlarını ucuzlaştırmanın", sermayenin organik bileşiminin yükselme eğilimini nasıl dengelediğini gösterir2. Teknik ilerleme, aynı zamanda sermaye mallarının devir süresini de azaltabilir. Ağartma gibi kimyasal süreçler hızlandırılır ve ulaşımın gelişmesi, üretimin ve pazarlamanın her aşamasında tutulması gereken stokları ekonomikleştirir3. Bu, istihdam edilen kişi başına sermayeyi azaltma eğilimindedir. Bununla birlikte Marx, zaman geçtikçe kişi başına sermayenin artması için güçlü bir eğilim olduğu görüşündedir ve bu doğal bir varsayımdır.
O halde Marx'ın kâr oranlarının düşme eğilimi yasası, basitçe şu totolojiye dayanır: sömürü oranı sabit olduğunda, kişi başına sermaye arttıkça kâr oranı düşer. Devir sürelerinin sabit olduğunu varsayarsak, c + v sermaye stokunu4 ölçer: s/v sabit olduğunda c/v artar, s/(c+v) düşer5.
Bu önerme, Marx'ın argümanının geri kalanıyla şaşırtıcı biçimde çelişmektedir. Çünkü eğer sömürü oranı sabit olma eğilimindeyse, üretkenlik arttıkça reel ücretler de artma eğiliminde olacaktır. Emek (işgücü), artan toplamın sabit bir oranını alır. Marx, ancak reel ücretlerin sabit olma eğiliminde olduğu argümanından vazgeçerek kârlarda düşme eğilimini gösterebilir. Bu ciddi tutarsızlığı gözden kaçırmış gibi görünmekte, çünkü kârların düşme eğilimini tartışırken, bunun gerektirdiği reel ücretlerin yükselme eğilimine hiç değinmiyor.
Ortodoks argümana göre, mevcut bir verili durumda, sermaye arttıkça, kişi başına üretim, kişi başına sermayeye oranla daha az artar, çünkü verili bir sermaye miktarı her zaman egemen tekniğin izin verdiği en verimli şekilde kullanılacaktır, böylece sermayeye yapılan ilaveler birbiri ardına daha az üretken kullanımlara itilecektir. Bu nedenle, sermaye istihdam edilen emeğe göre artacağı için, sermayenin -sermaye stoğundaki birim artışa bağlı olarak çıktıya eklenen- marjinal verimliliği düşer. Ortodoks teoride kâr oranı, sermayenin marjinal verimliliği tarafından yönetilir ve kişi başına sermaye arttıkça kâr oranı düşer. Ancak ortodoks sistemde, işverenler arasındaki rekabet, reel ücretlerin emeğin marjinal verimliliğine eşitlenmesini sağlar ve emeğin marjinal verimliliği, kişi başına sermaye arttıkça yükselir. Böylece kârda düşme eğilimi, ücretlerde yükselme eğilimini gerektirir. Bu ortodoks iktisatçılar için bu bir zorluk teşkil etmez, ancak Marx için bir engeldir.
Reel ücretler sabit kalırsa kâr oranına ne olur? Reel ücretler sabit kaldığında, kişi başına sermaye arttıkça, ürün artışının sermaye artışına oranı, kârın ürüne oranını aşarsa veya bu oranın altında kalırsa, kâr oranı yükselir veya düşer. Net ürünün 100 olduğunu ve ilk durumda kâr ve ücretlerin her birinin 50'ye eşit olduğunu, dolayısıyla kârın ürüne oranının ½ olduğunu varsayalım. Kişi başına sermayenin 100'den 110'a çıkmasının, net üründe 100'den 108'e bir artışa yol açtığını varsayalım. O zaman ücretler 50'de kalır ve kârlar 58'e yükselir. Böylece, sermaye stoğundaki yüzde 10'luk bir artış, toplam kârda yüzde 16'lık bir artışa yol açar ve sermaye üzerindeki kâr oranı yükselir. Kişi başına sermaye 110'a çıktığında ürün yalnızca 105'e yükselmiş olsaydı, sermaye üzerindeki kâr oranı sabit olurdu. Ürün artışının sermaye artışına oranının daha düşük olması durumunda kâr oranı düşecektir.
Bu temelde, mevcut bir verili durumda, sermayenin marjinal verimliliğinin belirli bir noktanın ötesinde çok keskin bir şekilde düştüğü varsayılmak zorunda olduğunu savunarak, Marx'ı kendi tutarsızlığından kurtarma girişimi yapılabilir. Bu varsayıma göre, reel ücretler sabit olsa bile, birikim er ya da geç kâr oranının düşmesine yol açacaktır. Ancak, dinamik bir sistemde bilgiyi sabit varsaymak çok doğal değildir ve bu varsayım Marx'ın yöntemine kesinlikle yabancıdır, çünkü onun şemasında sermayenin emeğe oranındaki artış ancak akademik şemada teknik bilgideki bir değişiklik olarak kabul edilen şeyin bir sonucu olarak ortaya çıkabilir6. Eğer bilgi, sermaye biriktikçe gelişiyorsa, azalan getiri eğilimine gerek yoktur ve sabit getiri ile kâr oranının düşme eğilimi olamaz (etkin talep sorunu her zaman göz ardı edildiği varsayılarak). Söyleyebileceğimiz en uç şey, teknik bilgi ilerleme hızına göre kişi başına sermayenin çok hızlı arttığı dönemlerde kâr düşüş dönemlerinin ortaya çıkabileceğidir. Ancak, Marx'ın görüşüne göre, teknik bilgi bağımsız bir faktör değildir ve birikim hızlı olduğunda, emek tasarrufu sağlayan icadı teşvik eden güçlü bir dürtü uyanır.
Dahası, değer teorisinin tüm mekaniği, verimliliği sermayeye atfetme kavramına karşı çıkmak için tasarlanmıştır ve belirli bir unsurun marjinal verimliliği kavramına yer bırakmaz. Sermayenin düşen marjinal verimliliğine dayanan bir kâr düşüşü teorisi, Marx'ın teorisinden oldukça farklı bir şey olacaktır.
Gördüğümüz gibi, Marx'ın teorisi, sabit bir sömürü oranı varsayımına dayanmaktadır. Sömürü oranında artışa yol açabilecek bazı nedenleri dengeleyici eğilimler olarak ele alır7. Örneğin, çalışma saatleri uzatılabilir (sabit günlük ücret ile) ve makinelerin hızlandırılması gibi iş yoğunluğu artırılabilir8. Reel ücretler düşürülebilir9 veya hem kişi başına sermaye hem de reel ücretlerin anormal derecede düşük olduğu doğrudan hizmetlerde artan miktarda emek istihdam edilebilir10.
Sömürü oranını yükseltmeye yardımcı olan tüm bu eğilimlerin bariz sınırları vardır ve Marx, kâr oranının düşme eğilimini dengeleyecek kadar güçlü olamayacaklarını savunur. Bu kolayca kabul edilebilir. Ancak sabit çalışma saatleri, iş yoğunluğu ve reel ücretler koşullarında, üretkenlikteki artış yoluyla ortaya çıkan sömürü oranındaki artış, aynı şekilde sınırlı değildir. Verimlilik sınırsız bir şekilde artabilir ve reel ücretler sabit kalırsa, sömürü oranı da onunla birlikte artar. Marx bu noktada bir karışıklık içinde gibi görünmektedir, çünkü verimlilikteki artışın sömürü oranı üzerindeki etkisini tartışmaya başladığında, argümanın ortasında, çalışma gününün uzunluğunu değiştirmenin etkisini tartışmaya geçer11.
Sorun, muhtemelen Marx'ın argümanındaki çoğu belirsizlik gibi, onun değer üzerinden hesaplama yönteminden kaynaklanıyordu. Verilen emek-zamanı ve verilen yoğunluk ile yaratılan değer oranı sabittir. Dolayısıyla (v + s) sabittir. İlk bakışta, s/v'nin ancak ücretler düşerse yükselebileceği görünebilir. Ama bu bir yanılsamadır. Verimlilikteki artış, reel ücretler sabit kalırken, metaların ve emek-gücünün değerini düşürür. Böylece v sıfıra doğru düşer ve s/v sonsuza doğru yükselir ve tüm bu süre boyunca reel ücretler sabit kalır. Alternatif olarak, Marx'ın, artan üretkenliğin ücret malları endüstrilerini etkilemediğini ve dolayısıyla sabit reel ücretlerin sabit bir sömürü oranıyla uyumlu olduğunu bilinçsizce varsaydığı öne sürülebilir. Ancak, nasıl yorumlarsak yorumlayalım, etkin talep sorunu göz ardı edildiğinde, Marx'ın argümanı kâr oranının düşme eğiliminde olduğuna dair bir ön kabulü oluşturmakta yetersiz kalmaktadır.
Argümanı onu, sermaye birikmeye devam ederken toplam kârların sabit kaldığı bir durumun ortaya çıkabileceğini varsaymaya yöneltir. Bunu mutlak bir sermaye aşırı üretimi12 olarak tanımlar. Eğer toplam kârlar sabitse, yeni sermaye ancak eski sermayenin aleyhine bir pay elde edebilir. Kapitalistler arasında kıyasıya rekabet başlar ve sermayenin bir kısmı "nadasa bırakılmaya"13 zorlanır. Bay Kalecki'nin bir ekonomik canlanma zirvesine14 ilişkin analizi, bu tabloyla belirli bir benzerlik taşır. Bay Kalecki'nin iş çevrimleri modelinde toplam kârlar, yatırım oranının bir fonksiyonudur. Döngünün dönüm noktasında, yatırım oranı bir dönemden diğerine sabittir. Bu nedenle toplam kârlar sabittir. Ancak sermaye stoku artmaktadır. Dolayısıyla kâr oranı düşmektedir ve sistemi durgunluğa sürükleyen de kâr oranındaki bu düşüştür.
Marx'ın sisteminde tam rekabet vardır, öyle ki sermayenin bir kısmı tam kapasite kullanılırken bir kısmı atıl kalır. Bay Kalecki'nin sisteminde ise eksik rekabet vardır ve sabit toplam kâr, sermaye kullanımındaki genel bir düşüş15 yoluyla artan miktardaki sermayeye yayılır. Bu küçük fark dışında, iki argüman çok benzer görünmektedir.
Ancak bu benzerlik yüzeyseldir, çünkü Bay Kalecki'nin sisteminde toplam kârları düzenleyen şey etkin talep düzeyidir; oysa Marx'ın sisteminde toplam kârlar başka bir nedenden dolayı artamaz ve gördüğümüz gibi, Marx etkin talebi dışarıda bırakarak toplam kârların sınırlı olduğu yönündeki tezini kanıtlamakta başarısız olmuştur.
Sabit bir sömürü oranına dayanan Marx'ın argümanına, aynı zamanda sabit reel ücretler varsayımının gerçekçi olmadığını savunurken itiraz etmek anlamsız görünebilir. Eğer sömürü oranı gerçekten sabit olsaydı ve eğer Marx teknik ilerlemenin kişi başına düşen sermayeyi artırma eğiliminde olduğunu varsaymakta haklı olsaydı, onun formülünün – s/v sabitken ve c/v yükselirken, s/(c+v) düşer – sonuçta önemli bir gerçeği içerdiği görünebilirdi. Ancak bu görünüş aldatıcıdır. Zira c/v yalnızca teknik koşullara değil, aynı zamanda sermaye donanımının kullanımına da bağlıdır. Kapasite birimi başına düşen sermayenin artma eğiliminde olduğu doğru olabilir, ancak kapasite birimi başına düşen çıktı oldukça değişkendir. Ve bu, yalnızca ekonomik canlanma ve durgunluk arasında değil, aynı zamanda uzun vadede de değişir. Her zaman canlanmalar ve durgunluklar vardır, ancak bazı dönemlerde durgunluklar diğerlerinden daha derin ve uzundur, öyle ki sermayenin ortalama kullanımı, iyi ve kötü yıllar hesaba katıldığında, bazı dönemlerde diğerlerinden daha düşük olma eğilimindedir. Ve belirli bir donanımla, kullanım ne kadar düşükse, c/v o kadar yüksek olur. Dolayısıyla Marx'ın formülü yalnızca, s/v verili iken, kârların ekonomik faaliyetin durumuna göre yükselme veya düşme eğiliminde olduğunu gösterir. Bunu bize söylemek için mezardan bir hayaletin gelmesine gerek yoktur.
Kısacası, Marx'ın etkin talep sorununu hesaba katmadan bir kâr (oranı) kanunu bulmanın mümkün olduğunu varsayarak yanlış bir izden yola çıktığı ve onun kârların düşme eğilimine dair açıklamasının aslında hiçbir şeyi açıklamadığı görülmektedir.
bkz. İkinci Bölüm
Cilt 3, s. 276
Engels, Üçüncü Cilt'in el yazmasındaki bir boşluğu doldurmak için yazdığı bir bölümde (dördüncü bölüm, "Kâr Oranı Üzerinde Devir Etkisi") bu noktalara değinmektedir.
bkz. İkinci Bölüm
Cilt 3, s. 247
bkz. İkinci Bölüm
Cilt 3, Bölüm 4
a.g.y., s. 273
a.g.y., s. 276
a.g.y., s. 277-278. “Gizli İşsizlik” (İstihdam Teorisi üzerine Denemeler) adlı analizim bu argümanla yakından benzerlik göstermektedir.
Cilt 3, s.290: “Üretken gücün gelişmesi, istihdam edilen emeğin ücretli kısmını azalttığı ölçüde, artı değer oranını artırarak yükseltir; ancak belirli bir sermaye tarafından istihdam edilen toplam emek ağırlığını azalttığı ölçüde, artı-değer oranının ağırlığını hesaplamak için çarpıldığı sayı faktörünü de azaltır. Günde 12 saat çalışan iki işçi, hava ile yaşayabilseler ve hiç kendileri için çalışmak zorunda kalmasalar bile, her biri yalnızca 2 saat çalışan 24 işçi ile aynı miktarda artı-değer üretemez. O halde, bu açıdan, işçi sayısındaki azalmanın sömürünün yoğunlaştırılmasıyla telafi edilmesinin aşılmaz belirli sınırları vardır. Bu nedenle, kâr oranının düşüşünü kontrol edebilir, ancak tamamen engelleyemez.”
Cilt 3, s. 294-300
a.g.y., s. 295
Essays in the Theory of Economic Fluctuations, s.140
bkz. Dokuzuncu Bölüm